23 Eylül 2009 Çarşamba

Bu kız n'apıyor?

şimdi, sevgili okurlar (an itibariyle 3 kişi, ablam polonya'ya gitti bir çıkar= 2 kişi),
niye gittim niye döndüm?
rusya'da başıma bir şey mi geldi?
birden bana jeton mü düştü? ne oldu?
ne oldu da o kadar uzun süre düşündüğüm her şeyden bir gecede vazgeçtim?
çok ilginç bir hikaye beklemeyin.

öncelikle plansız programsız yola çıkmak için biraz fazla yaşlanmışım. çünkü plan yapmadan insanı yolda tutan şey, bir nevi özgürlük hissi. "ne kadar süperim yaa aldım başımı gittim moskova sokaklarında amaçsızca dolaşıyorum kız başıma her bir şeyi hallediyorum vay anasını bana.." hissi. Benim kastırıp kastırıp yumurtlayamadığım o his. Benim içime arada bir gelen o devam etme hissinin bununla alakası yokmuş. Ben bunu yapmış olmak için yapıyormuşum. Kendimi hep o seyahatin sonunda hayal ediyormuşum. Ama seyahatin kendisi zevkli mi olacak işkence mi olacak bunu düşünmemişim. Ben bi gün St Petersburg uçağına binip, 2 ay sonra 3 ay sonra dünyanın başka bir ucundan dönen kız olmak istiyormuşum. Benim amacım buymuş. Bunu anladım. Bu yüzden de tabiri caizse, patladım.

Garip geldi bana.

Garip geldi çünkü gitmeden önce kafamda oluşturduğum o bağımsızlık hissi bir kere olsun gelmedi. Garip geldi çünkü iyi vakit geçirmek istiyordum, geçiremedim. Evet binalar müzeler katedraller güzeldi.. St petersburg'da Hermitage'da milyonlarca değerli sanat eseri vardı. Moskova'da kızıl meydanda bir türbemside Lenin hiç ölmemiş gibi capcanlı yatıyordu. Ölü bir adama göre de baya yakışıklıydı bu arada. Metrolar desen bambaşka bir dünyaydı zaten. 800 yıllık gibi bir halleri vardı. Öyle karanlık, öyle soğuk, nası desem.. Öyle komünist bir halleri vardı ki, her an köşe başından Stalin çıkacak visa registration'ımı yaptırmadım diye beni Sibirya'ya sürgüne gönderecek gibiydi. Garipti yani... Güzeldi, kesinlikle güzeldi, ama işte beni cezbedemedi.

Ya da belki sorun Rusya değildi bilemiyorum. Nitekim hostelde tanıştığım insanlarla da hiç mi hiç eğlenmedim. Onlar rus falan değil bildiğin amerikan malıydı. Bir gece hostelde çalışan fransız çocuk Nikola, sizi 5 dakka mesafede bi yere götürücem dedi. Çıktık yürümeye başladık, döndüğümüzde tam 3 saat geçmişti. Gecenin bir köründe buz gibi havada, 3 amerikalı bebe, bir american girl, bir fransız işçi, ve bir de ne yaptığı hakkında en ufak fikri olmayan bendeniz, turkish girl; moskova sokaklarında manyak gibi yürüyorduk. manyak gibi diyorum ama, gençler nasıl eğleniyor bir göreceksiniz.. hani ağzında bi sorun varmış gibi dilini kocaman kocaman dışarı çıkararak ya da herkes yüzünü dönmüşken kameraya kıçını göstererek poz veren tipler vardır ya.. Çılgın amerikan gençliği. Tam böyleydi işte durum, resmi tam olarak çizdim. O resmi tek bozan, "bunun neresi komik?" diye kendi kendine düşünen uzaylı zekiyeydi. O resmi tek bozan bendim.

Sonra düşündüm kendi kendime, ben neden eğlenmiyorum, ben neden böyleyim?
İyi de ben hiç eğlenmedim ki bu şekilde, ben hep böyleydim. Peki neden bi kaç kilometre katettim diye, hayatım boyunca yaşadığım şeyin değişeceğini zannettim?
Kendimi zorlamaya çalıştım, gerçekten istedim. O trene bineyim, sonra bakarım gerisine dedim. Sonra kendimi neden zorladığımı bulmaya çalıştım. Neden bu işi bir sınav gibi görüyorum ben? Kim daha uzağa gidecek, kim daha çok dayanacak, kim daha farklı olacak diğerlerinden?
Ben kiminle yarışıyorum?
Eğlenmediğim ve mutlu olmadığım halde, neden o resmin içinde kalmaya devam ediyorum?
Ben kimi kandırıyorum?
Dünya beni buna inanmaya mı zorluyor? "Bütün herkes bu şekilde eğlenecek!".. Böyle bi kural mı var? Herkes MTV deki gençler gibi olacak, herkes çılgın gibi parti edecek, herkes gençken her türlü boku yiyecek, herkes bu şekilde büyüyecek bu şekilde hayatını yaşayacak bu şekilde mutlu olacak diye bi kural mı var?
Zaten ben bu yüzden kendimi hep yaşlı hissettim. Gençlerin yaptığı şeyleri yaparak mutlu olmadığım için. Ve sanki dünyanın bütün gençleri kızıl meydanda toplanacak, ellerinde votkalar hep bir ağızdan "hayat ne kadar güzel" şarkıları söyleyecek sandığım için, kendimi hep yaşlı hissettim ben. Çünkü dünya başka türlüsünü kabul etmiyordu. Evinde oturup kitap okuyorsan, güzel bi müzik koyup kahve içiyorsan genç değildin sen. İnsanın kafasında milyon tane soru oluyordu, ben kimim, ben ne istiyorum, ben ne arıyorum? Ama bildiğimiz cevaplar kesmiyordu bizi çünkü dünya o cevapları beğenmiyordu. Dünya ısrarla daha fazlasını istiyordu. Ben de ona uydum. Daha fazlasını aradım. Başkalarının dünya anlayışını kendime mal etmeye çalıştım. "Evet daha fazlası var. Daha fazlası olmalı. Nerde acaba? Moskova'da mı? Tayland'da mı? Sırtına çantanı alıp yollara vurmakta mı? Nerde bu, benim arayıp ta bulamadığım, hayatın arta kalan kısmı? Nerde?"
Yaşam başka yerde diyodu Milan Kundera. yaşamı hep başka yerde arayan insanlar vardı.. Ressamlar, şairler, yazarlar.. Tam olarak bildiğimi sandığım, tam olarak yaşadığım o his.. Yaşam bu değil. Yaşam hep başka yerde. Asla senin olduğun yerde değil. Ve sen nereye gidersen git, o hala başka yerde olacak. Ve sen hep arayacaksın, belki sadece saniye farkıyla kaçıracaksın.. Ama hep, kaçıracaksın. Kaçırmazsan, o, yaşam olmuyor.


Ben de kendime soruyorum. Bu kız n'apıyor?

Bir gün evden 3 ay gezicem diye çıkıp bir hafta sonra sıkılıp geri dönüyor.

Her şeye bir hevesle başlayıp, herşeyden bir anda soğuyor.

Bir sonraki ne olacak?

Bulamıyor.

1 yorum: